Mimas Yolu'nda Sarpıncık Feneri ve Rum köyü

Üçüncü günün sabahı… Her şey rutine bağlandı. Çaylar, kahveler, kahvaltılar ve işte yola çıkma zamanı. Bugünkü yürüyüşümüz öncesinde araçlarımızla gitmemiz gereken iki hedefimiz var: Sarpıncık Feneri ve terk edilmiş Rum köyü.

Öğretmenevini arkamızda bırakıyoruz; sağımız deniz, solumuz yemyeşil tepeler ve önümüz yılankavi bir yol. Karaburun yarımadasını başparmağımıza benzetirsek, parmak boğumunun sağ ucunda başladığımız yolculuğu, parmağın ucunu dolaşarak solundaki boğum ucunda noktalayacağız. Parmağın tam ucu ise ziyaret edeceğimiz fener. İlk hedef orası. Birkaç köy içi ve kenarından geçerek anayoldan ayrılıp hareketimizden yarım saat sonra ziyaret yerimize varıyoruz.

Araçlarımızdan inip yokuş aşağı yeşillikler arasındaki bir patikadan fenerin tam üzerindeki küçük bir düzlüğe iniyoruz. Önümüzde fener, onun arkasında, az solunda Sakız Adası ve karşımızda sonsuz deniz. Burası aslında güneş batırmak için bir yermiş ama bizim zaman sınırlamamız var. Sabahtan çıkarıyoruz bu ziyareti aradan. Burada, arkamızda fener ve deniz, bir grup resmi almak gerekiyor ve imdadımıza çevrede kekik toplayan bir aile yetişiyor. Ziyaretin kısası (kıssası) makbuldür diyoruz ve kırıyoruz dümeni ikinci hedefe.

Yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra terk edilmiş Rum köyüne varıyoruz. Bir sürü RES’in dibinde, denize nazır, hoş manzaralı bir yer. Mübadelede buradan giden Rumlar boşaltmışlar köyü ve bizim gelen mübadiller de yeğlememişler burada iskânı. Neden böyle bir tercih olmuştur diye bir beyin fırtınası yaptık ekiple ve verimli arazisi olmadığına, bir de muhtemelen su problemine bağladık terk edilmişliğini. Epey büyükçe bir köy, hani pek popüler olan Fethiye’deki Kayaköy misali. Orası ayakaltı olduğu için bilinirliği fazla, bu zavallı köy çok sapa bir yerde. Burada da hatıra fotoğraflarımızı çektikten sonra yöneliyoruz yürüyüşe başlayacağımız Badembükü Koyu’na.

Parkur başındayız, vakit de öğle oldu. Ekipte bir yorgunluk, bir yan çizme halleri… Planımıza göre önümüzde on beş kilometrelik bir yürüyüş var; ama vücut dilleri deniz sefası diyor. Biz de ortada anlaşıyoruz, altı-yedi kilometrelik bir tur sonrası deniz keyfi diyoruz ve dalıyoruz parkura. Sahilden yürüyoruz, aramızda az bir mesafe var denizle. Yine diz boyu çalılıklar arasında patikamız. Önce küçük bir tepeye çıkıp manzaranın keyfine varıyoruz, sonrasında alçalıp bir başka şirin koya ulaşıyoruz. Denize girmek için burası da harika. Koyu sırtımıza alıp kuzey doğu yönünde biraz daha ilerleyince köy yolunu kesiyoruz. Burada kısa bir mola veriyoruz. Mola sonunda yoldan gitmektense geri dönüp deniz kenarında dinlenmenin daha keyifli olacağına karar veriyoruz. Yol boyu yenidünya ve çağla ile midelerimize de bayram ettiriyoruz, bayramın dördüncü gününde. Buralarda limon bahçelerinin bolluğunun da altını çizelim. Limon ve enginar.

Sahilde, plajdayız. Birkaç arkadaş soğuk suda yüzmeyi deneyimliyor. Ben, bırrr. Biraz uyukladıktan sonra ayakları uzatıp bira keyfini tercih ediyorum. Denize karşı, “Ya, yaşıyoruz bu hayatı!” dediğimizi tahmin etmişsinizdir artık. Hatta bir ara iyice coşup parkurun adını bile değiştiriyorduk neredeyse. “Mimas Yolu” yerine, “Tuborg Yolu” diyesimiz oldu hani. Vakit nasıl geçti anlayamadık, tekrar araçlardayız. Geldiğimiz yoldan Karaburun’a dönüyoruz. Akşam vakti, karınlar acıktı, bu akşam da farklı bir şey deneyimleyelim dedik sonradan gurme olarak: “Nazilli Gülü.” Bursalılar bilir, cantık boyunda bir pide çeşidi, üçlü servis ediliyor porsiyon olarak. Etli, faklı bir lezzet, doyurucu. Tavsiye edilir mi? Çok emin değilim.

Akşam terasta biraz laflıyoruz yine. Grup neşeli, espriler peş peşe patlatılıyor, güzellikler katmerleniyor. Şimdi dinlenme vakti; zira yarın son gün ve kısa tutulacak dönüş yolculuğuna vakit kalması için.

Sabah erkenden çantalar toplanıyor, erken kahvaltı sonrası araçlarımızla dönüş yolculuğumuza ve kısa turumuza başlıyoruz. İlk gün uğrayamadığımız Eski Mordoğan’daki Narkissos Pınarı ziyaretini aradan çıkarıyoruz. O meşhur suda yansımamızı görüp kendimize hayran oluyoruz bizler de. Artık tescilli narsistleriz. Bir yarım saat sonra parkura girişiyoruz. İltur’un çıkışından Ildır’a (Erythrai) kadar altı-yedi kilometrelik bir patika, alışık olduğumuz üzere deniz hep sağımızda. Parkurun bu bölümünde geçmişte yangın yaşandığını, şortlarımıza bulaşan kömür karasından anlıyoruz. Bu parkuru yürüyeceklerin dikkatine…

Parkur sonunda Erythrai Antik Kenti’ndeyiz. Hemen girişinde bir Heron bizleri karşılıyor; güneye, patikadan bir yüz metre gidince Antik Tiyatro kollarını açmış bizi bekliyordu, ama yılların yorgunluğu da her bir yanından okunuyordu. Böyle merkezi bir yerde restorasyon niye gecikir, anlaşılır gibi değil. Tiyatrodan yukarı sarıyor, tepeye yaklaşıyoruz. Yine yıkık dökük bir kilise, ben de buradayım diyor. Az ileride tam tepede, Ildır’ı ayaklar altında sere serpe uzanırken izleyen Atremis Tapınağı’na ne demeli? Muhteşem manzara. İrili ufaklı adacıklardan oluşmuş şirin bir körfez, rüzgârlardan korunan güvenli bir liman. (Hepimizin böyle limanlara ihtiyacı yok mu?) Zirvede hatıra fotoğraflarımızı alıyoruz. Dönüş yolculuğu bekler bizi.

Heybemizde harika doğa, pırıl pırıl deniz, şirin gölet manzaraları, Narkissos Pınarı, Sarpıncık Feneri, terk edilmiş Rum Köyü, Erythrai Antik Kenti, dönüyoruz evlerimize. Böyle gezilerin güzel bir tarafı da sıcak yuvalarımıza yeniden ulaşabilme mutluluğu…

Ne zaman adam oluruz…

Seyahat için yaptığımız yatırımın kendimiz için yaptığımız en iyi yatırım olduğunu öğrendiğimiz zaman.

22.04.2024

Namık Budak

[email protected]