Kaç yıl derin düşünmeli?

Genç çırak yıllardır erdeminden, bilgisinden beslenir, hocası yaşlı bilgenin.   Bilge artık ölümünün yaklaştığını hissetmekte ve ölümünde bile çırağına bir yaşam dersi vermeyi ummaktadır.   Öleceğine inandığı gün, eline bir meşale alır ve çırağını da yanına alarak birlikte ormana gider. Hiç konuşmadan, uzunca bir süre yürüdükten ve ormanın ortalarına ulaştıktan sonra, yaşlı adam meşaleyi birden söndürür.   Genç dama paniğe kapılır. ‘Ustam’ der, ‘ne oluyor?’   Yaşlı bilge, ‘Meşale söndü’ der ve yürür karanlıklara. Çaresiz ve ürkek bir sesle ‘Fakat’ diye bağırır genç çırak, ‘beni karanlıkta yalnız mı bırakacaksın?’   ‘Hayır’ der yaşlı adam uzaklardan, ‘seni karanlıkta bırakmıyorum. Seni artık ışığı kendin araman için yalnız bırakıyorum.’   Noah ben Shea’nin ‘The Word’ (Söz ) adlı kitabından aktardığım bu öykü, herkesin bir gün, güvendiklerinin kanatları altından çıkıp, ışığı yalnız başına aramak zorunda kalacağını, ne kadar güzel vurguluyor. Birçoğumuz zaten arayışında değil miyiz ışığın, yapayalnız.   Kuşun vaazı   Zen bilgenin öğrencileri ustalarının ağzının içine bakmaktadırlar, söyleyeceklerini anlamak, özümsemek, kafalarına yerleştirmek ve uygulamak için.   Bilge daha ağzını açmak üzere iken, açık pencereye konan kırmızı küçük bir kuş ötmeye başlar. Kısa ve güzel bir şarkıdan sonra uçar gider. Bilge öğrencilerine ‘Bugünün vaazı verilmiştir’ der, ‘Doğa konuştu, dersini verdi.’   ‘Aradığınız cevaplar doğada’ diyerek dersini bitirir ve yürü gider, doğayla buluşmak için.   Yukarıdaki hikayecik de Joseph Campbell’ın ‘The Power of Myth’ (Efsanein Gücü) adlı kitabından.   Tibet’den   Çırak bilgeye sorar. ‘Ustam, aydınlanma nasıl eyleme dönüşür? Usta ‘Yiyerek ve uyuyarak’ der tereddütsüz. ‘Ama usta, herkes yemek yiyor. Herkes uyuyor.’ ‘Lakin’ der bilge, ‘hiç kimse yemek yerken yemek yemiyor, uyurken de uyumuyor. Hep başka şeylerle meşgul oluyor.’   Yemek yerken yemeğin keyfini alamadığımız, verdikleri için Allah’a şükretmediğimizi, uyurken kafamızdaki binlerce şeyi bir köşeye bırakamadığımızı, beyin ile vicdanın kavgasının çoğu insanı uyutmadığını, ne güzel anlatıyor bu öykücük.   Bu dersin kaynağı, Tibetan Book of Living and Dying ( Yaşamanın ve Ölmenin Tibet Kitabı).   Acele   Fazla aceleci bir çırak da sürekli ustasını taciz eder, şunu yaparsam ne olur, bunu yaparsam ne olur, diye. Bilge her sorusuna aynı cevabı verir. ‘Yapabileceğinin en iyisini yap yeter. Eğer bir hedefe ulaşmak için elinden gelenin en iyisinden daha azını yapıyorsan, bu sana düş kırıklığı, öz yargılama, suçluluk duygusu ve pişmanlık getirir.’ Aceleci çırağa şunu da anlatır bilge.   ‘Yaptıklarından pişman olan, acı çeken ve bir an önce ruhunu arıtıp aydınlatmak isteyen bir adam, çok ünlü bir bilgeye gider ve derdini anlatır. Sonra da bu arınma ve aydınlanmanın ne kadar süre alacağını sorar.’   ‘Her gün kendini arayışın sürecek. Derin düşünerek (meditasyon) sağlayacaksın bunu’ der bilge.   ‘Ustam’ der adam ‘Eğer günde dört saat derin düşünsem, ne kadar sürede kurtulurum? Bilge ‘On yıl kadar sürer’ diye geçiştirir gülümseyerek.   ‘Ustam, ya günde sekiz saat derin düşünürsem?’ Bilge, ‘Bak işte o zaman arınman ve aydınlanman yirmi yıl sürebilir’ der.   Adam şaşırır. ‘Nasıl olur ustam? Daha uzun süre derin düşünmenin, daha az sürede arınma ve aydınlanmayı sağlaması gerekmez mi?’   Bilge sabırla cevap verir. ‘Hayır. Derin düşünce süreye bağlı değildir. Özüne dönüş seni dünyadan koparmaz. Yaşam ve sevincini feda etmek için gelmedin bu dünyaya. Bu dünyada yaşamak, mutlu olmak ve sevmek için bulunuyorsun. İki saat derin düşünerek, kendini tümünle arınmaya vereceğine ve yapabileceğinin en iyisini yapacağına, bunu sekiz saatte yaparsan, sadece yorulur, asıl yaşam sebebini kaçırır ve yaşam sevincini kaybedersin. Sen yeter ki elinden gelenin en iyisini yap, derin düşünmenin süresinin hiçbir önemi olmadığını anlarsın. Yaşa, sev ve mutlu ol.’   Bu da Meksika yerlileri Toltec’lerin erdemlerini anlatan, Miguel Ruiz’in ‘The Four Agreements’ (Dört Anlaşma) adlı kitabından.   Derin düşünmeye çok uygun bir gün. İyi meditasyonlar.