Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik

Kerem Yeğinboy/Egeligazete-1769 yılında İngiltere’de darbe ile gerçekleşmeyen tek devrim olan Sanayi Devriminin etikleri tüm Avrupa’da sürerken, feodalite ve monarşi çöküş devrine girmiş, feodalite Avrupa’nın bazı bölgelerinde çoktan ortadan kalkmıştı. Fransa 18.yüzyılda 30 milyona yakın nüfusu ile Avrupa’nın en kalabalık ülkesiydi. Daha büyük bir nüfus, gıda ve tüketim malları için daha büyük bir talep taratıyordu. Toprak sahipleri, soylular ve orta sınıfın yükselişi, Roma Katolik kilisesine bağlı olan yönetim şeklinin seklinin öncelikle düşünürler ve yazarlar tarafından sorgulanmasına sebep olmuştu. Devrim tamamlandığın da 18.yy da Fransa’nın en büyük rakipleri olan İngiltere ve Rusya dahil İrlanda, Alman devletleri, Avusturya toprakları ve İtalya gibi değişiğim isteyen devletlerinde isyana sempati ile bakmasına sebep ve umut oldu. Rene Descartes, Benedict Spinoza, John Locke, Voltaire, Jean Jacques Rousseau, Montersquieu gibi teorisyen, filozoflar, edebiyatçılar ve ekonomistler sosyal eşitsizliğin ortadan kalkması için ideal demokrasinin temellerinin nasıl atılması gerektiği üzerine kitaplar yazıyor, yüksek ilgi ile Fransız halkı tarafından takip edilerek halk içinde devrimin ilk ideolojik ateşini yakıyorlardı. İngiltere’de yeni buluşlar, ekonomik ve toplumsal değişmeler 1600’lerde iç savaşa yol açmış, kralın egemenliği sınırlandırılmıştı. Parlamentonun varlığıyla, krallık yönetimi meşrutiyet biçimini almıştı. Fransa’da ise meclis 175 yıldır toplanmıyordu. Fransa 1700’lere kadar Avrupa’nın en güçlü devletlerinden biriydi, 1700’lerde ise yönetim biçimi iyice köhneleşmişti.  Dönem değişiyor, ortaçağ zihniyeti ile yönetiliyordu. Fransa’nın maden kaynaklarının yetersizliği, devrim ve Napolyon dönemi Sanayi Devrimini yakalamasını geciktirmişti. 1789 Fransız Devrimin temel ilkeleri olan Kardeşlik, Eşitlik ve Özgürlükten yola çıkarak Avrupa’da bir devlet yönetimi ilk de Roma Katolik Kilisesi ve monarşinin etkisinden çıkarak halk darbesi ile Cumhuriyeti kurmuştu. Köylülerden zanaatkarlara, yeni güçlenmeye başlamış olan sanayicilerden tüccarlara herkes ayaklanmış, sayıları gittikçe artan zenginler yani burjuvazi soyluları(tüccarlar, imalatçılar, toprak sahipleri) ve krallık yönetimine karşı başkaldırmıştı. Devrim uzun ve sancılı bir yolculuktu, tam 12 yıl boyunca çatışmalara ve binlerce sivilin hayatını kaybetmesine sebep oldu. Yasama, yürütme ve yargı tek adamdan meclise ve halka bağlanmış, halkın seçme hakkı ile eşitlik ve demokrasinin ilk adımları atılmıştı. Fransa hükümeti 18.yüzyılda eğitim ve demokrasi kurumları dahil devlete bağlı olan tüm kurumlarda sosyal birlikte ve eşitlik için dini objeleri yasaklamıştı. Yahudi takkeler, haçlar ve başörtüleri monarşi ve ayrımcılığın bir simgesi olarak görülüyordu. Devrim öncesi devlet büyük bir ekonomik krizin ve sosyal eşitsizliğin içinde sadece toprak sahibi soylu burjuvazinin hak ve güç sahibi olduğu, kralın otokrasisi altında yönetilse de son söz tamamen Roma Katolik Kilisesine aitti.  Kral halkından habersiz, saraydakiler zenginlik içinde yaşarken halk ağır vergiler altında eziliyordu. Devrim sırasında genç bir komutan olan Napolyon Bonapart’ta halk içindeki ayaklanmayı ve yeni rejimi destekliyordu. Komutanlık başarıları sonucunda iktidara geldiğinde de Napolyon yasalarında devrimin temel maddelerine sağdık kalmış, eşitlik ve demokrasinin devletin yapı taşları olması gerektiğini savunmuştu. Avrupa’nın büyük bir kısmını Fransa sömürgesi haline getirip 1799’da ilk 1.konsül ve ilk devlet başkanı olarak başladığı siyasi kariyerini Fransa ve İtalya Kralı olarak bitirene kadar… Napolyon 12 yıllık devrimin sona erdiğini ila etse de, devrimi yeni biçimlerde tüm Avrupa’ya yayacaktı. Napolyon kendi imparator olsa bile devrimin temellerine sadık kalmış sömürge altındaki Avrupa ülkelerinde de geçerli olan Napolyon yasalarını ayrımcılık karşıtı demokrasi üzerine kurmuştur. Bu ikilemi de tarihte en çok tartışılan figürlerden biri haline gelmesine sebep olmuştur. Avrupa’nın ilk Cumhuriyeti yani devleti Fransa’da doğmuş olsa da devrim ideolojisi ve başarısı dünyada ve Avrupa da sosyal ve ekonomik eşitsizliğin temeli olarak görülen feodalite ve monarşinin çökmesine öncü olmuştur.  1789 Yurttaş Hakları Bildirgesi ile Avrupa’da insan haklarının yürürlüğe girmesini sağlamıştır. Kadın-erkek eşitliği, evliliğin laikleşmesi, eşcinsel hakları, azınlık hakları, seçme hakkı sağlanan haklardan sadece birkaçıdır. Feodolizm kaldırılırken eski tarikatlar bastırılmış, Fransa’da kölelik kaldırılmış, erkek nüfusunun yarısından fazlası oy kullanma hakkına sahip olmuştu. Fransız Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis bildiri halk egemenliğini kabul ederek “İnsanlar özgür doğar, özgür yaşar ve yasalar önünde eşittir” diyordu. Kilisenin ve soyluların elinden toprakları alında ve ayrıcalıkları kaldırıldı. 20 Haziran 1791’de kral ve kraliçe kaçma girişiminde bulunmuş, Fransa’nın doğusunda Varennes’te yakalanarak Paris’e geri getirilmişti. Kral ve ailesinin Fransa’ya bağlılık göstermeyişi, halkın onlar olmadan da ülkenin yönetilebileceği yolundaki düşüncelerini güçlendirdi. Kral tarafından Bastille Hapishanesinde tutuklanan isyankar devrimciler Paris halkı tarafından serbest bırakıldı, Kral “bu bir isyandır” diye haykırırken, saraylılardan birinin yanıtı ise şuydu “Hayır efendimiz, bu bir isyan değil devrimdir.” Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve laiklik kavramları her ne kadar dini özgürlük karşıtı olarak görülmüş olsa da, devrimciler tarafından dinin özgür olarak yaşanabilmesi için gerekli olan tek adım olarak varsayılmıştır. Dinin devlete zarar vermeden, manipülasyon dışı  özgür yaşanmasının tek anahtarlığının özerklik, yani provakasyon dışı kişisel hayat içinde yaşanması olarak görülmüştür. Napolyon kendini kral ilan ettiği taç töreninde tacının Papa tarafından takılmasını reddetmiş, kendi takmıştır. Ama törende Papanın yer almasını da sağlamıştır. Napolyon’un Avrupa’daki hakimiyeti Cumhuriyet rejiminin demokratik ideolojisinin Avrupa’da yayılmasının kolaylaştırmış, Avrupa’da monarşi karşıtlığının yükselmesine yardımcı olmuştur. Fransız Devriminin temellerini attığı Cumhuriyet’in temelleri günümüzde hala büyük bir tartışma konusu. Demokrasi, eşitlik ve özgürlük için hala aynı adımları mı takip etmeliyiz? Avrupa’da çoğu ülkede hala başörtüsü dahil dini objeler eğitim ve devlet kurumların da yasak. Dini objeler hala toplumsal ayrıştırma için bir provakasyon, cumhuriyet için bir tehdit olarak görülüyor. Atatürk ilk 1923 anayasası ile ilk cumhuriyetin temellerinin atarken, Avrupa’nın 600 yıllık tarihinde attığı adımları demokrasinin ideal adımları olarak gördü, gelişmiş devletlerde olduğu gibi güçlü bir devlet anlayışının gelişebilmesi için geleceğe dönük radikal kararlar almak zorunda kaldı. Güçlü devlet anlayışı ve eşitlik adına alınan kararlar totaliter eşitlik doğrultusunda, ayrımcılıktan uzak olmak zorunda görüldü. Günümüz de bu kararlar hala gücünü koruyor. Hala kanunlar ve yasaklar ile din özerkleştirilmeye, devlet den uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Monarşinin getirdiği ayrımcılık ve eşitsizlikten hala daha ilk günkü kadar korkuluyor, çoğu ülkede devlet hala daha oluşturulmaya çalışılıyor. Türkiye’deki seküler rejim onlarca yıl boyunca Ortadoğu devletleri için bir rol model olarak görüldü. Müslüman devletlerde demokrasi ve çağdaşlık için bir umut ışığı olarak görülüyordu. Son 20 yıl içinde rejim hükümet tarafından temellerinden sarsılıncaya kadar, gelen hükümetler Kemalizm çatısı altında halkın ayaklanmalarına rağmen ısrarla seküler yapıyı bozmama kararı almıştı. Halkı ne olursa olsun koruyabilecek tek yapı olan devletin, yani halkın babasının değişimi hem bizi, hem de tüm hayatımızı değiştirdi. Peki eşitlik, özgürlük ve kardeşlik yapıları altında iyi bir yönde mi değiştik, yoksa bu kavramlardan daha da uzaklaştık mı? 18.yüzyıldaki düşünür ve devrimcilerin salt fikirleri devlet temelleri ve demokrasinin oluşumu için doğru olup olmadığını 21.yüzyılda en net anlaması gereken ülkelerden biri belki de şu an Türkiye’dir. Yalnızca devlet için değil, eşitlik için de dinin halktan ayrı tutulması gerektiği, devrimin temellerinden olan kardeşlik kavramı için ayrıştırmanın, önyargıların ve farklılaştırmanın ortadan kalkması gerektiği, ideolojik birliktelik için dini taraftarlığın en büyük tehlikeli olduğu ön görülmüştü. Yüzyıllar önce birliktelik, özgürlük, kardeşlik ve demokrasi için bu kadar savaşıldı ve düşünüldü. Halk hayatını kendinden daha değerli gördüğü ideolojilere adadı. Gerekirse inandığı ideolojiler için hayatı bile verdi. Günümüzde değil ideolojik birliktelik, kardeşlik, yanımızdaki insanı bile düşünebilecek güce sahip değiliz. İnsanlığın gelişmesi için hep bir çatışma, yokluk ve zorluk mu olması gerekli. Düşünmekten uzaklaştıkça, sorgulamadıkça erdemlerimizden de mi uzaklaştık? Gittikçe daha da düşüncesiz ve bencil oluyorsak, maneviyatımızdan kaybediyorsak, bizi kardeşlik için yapıcı mı yoksa yıkıcı mı bir gelecek bekliyor? Tekinsizlik ve doğal olarak güvensizliğin bu kadar yüksek olduğu modern hayatımızda, hala kurulan sistemler ve özgülüklerimiz geçmişte düşünmüş, yazmış ve yapmış bu insanlara borçluyuz. Teknoloji ve sanayi belki insanlığın önünü açtı bir yandan da sonunu getirdi. Birliktelik için zorluklar altında aynı ideolojiyi paylaşmak yerine, hala çoğu ülke demokrasinin getirilerinin değerini bilmeyerek, ayrımcılığa gitmek için uğraşıyor. Geçmişe bize verilen armağanlara kolay ulaştığımızda, neden ve niçin olduğunu anlamamız zorlaşıyor. Geçmişte insanlık için en başta bu ideolojik ve fiziki savaşları veren, hayatını veren insanlara hala daha vefalı olmamız gerektiği, dünya devrimlerinin kolektif olarak yapılarak bize bıraktıklarını, hangi dinden olursa olsun özgürlük ve eşitlik için aynı ideallerin benimsendiğini görmek bile aslında duygusal olarak ihtiyaçlarımızın farklı olmadığını gösteriyor. Birliktelik için ne kadar zorlu olsa da Türkiye dahil çoğu ülkede hala Eşitlik, kardeşlik ve özgürlük yasaları mevcut. Peki bizim bunu anlamamız ne kadar sürecek, aksinin getirilerinin milletçe bu kadar somut bir şekilde yaşarken, belki de dünyada bunu en iyi anlamaya yakın milletlerden biri olarak yaşadığımız tüm olumsuzlukları bilgi için ve doğruyu anlamak için bir nimet olarak görmeliyiz. Bu yüzden her karanlıkta kesinlikle bir aydınlık ve getiri vardır. Ne kadar şanslıyız ki bize ideolojileri ile bu kadar ilham olacak insanlar ile aynı çatı altında yaşamış, insanlık için aşılması en zor engel olan eşitliğe ulaşmak için ırk olarak farkında varmış, ayağa kalkmış ve eyleme geçebilmişiz. Artık yeni bir ideolojik devrimin ve devrim yapısı için yeni temellerin atılması gerektiğine inanmıyorum, sadece kurulan temellerin sağlamlaştırılması, bilginin artması, devletin halk üzerindeki güçlü yetkisinin sorumluluğunu güçlü devlet anlayışı için de gelecekte de koruması gerektiğine inanıyorum. Devlet nasıl baba oluyorsa, halkta ne yazık ki çocuğu durumundadır. Eşitlik adına tam eşitlikçi olmayan şartlar doğru bulunmuş, ayrımcılığın önlenebilmesi için uygulanması devlet tarafından zorunlu tutulmuştur. Tekliğin yani kardeşliğin tek yolu laiklik, kardeşliğin tek yolu da özellikle dinin özerk yaşandığı uyumlu bir totaliter devlet anlayışı olarak görülmüştür. Atatürk anayasayı oluştururken den bunları farkındaydı ve devrim ruhu ve ideolojilerini anlıyordu. Cumhuriyetin çoğu Avrupa devletin den önce Türkiye gibi kritik konumdaki bir ülkede topraklarını koruyarak temellerini atmayı başardı. O da Napolyon gibi askeri bir dehaydı ama aynı zamanda eşitlikçi, özgürlükçü bir düşünürdü. Türkiye Cumhuriyeti, ideolijinin iki tarafını da görmüş ve yaşamış ender cumhuriteylerden bir tanesidir. Türk halkı yaşayarak öğrenmiş olması gereken ender ve aslında şanslı milletlerden bir tanesidir. Fransız halkının bağırdığı gibi “Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik adına, çok yaşa Fransa”, Atatürk’ün de çocuklarına dediği gibi “ Benim vücudum sadece manidardır, benim fikirlerim yaşayacaktır”.