Güzelliğin ardındaki karanlık

Netflix’de gösterime giren “Marilyn Monroe : Kasetlerdeki Sırlar” gelmiş geçmiş en karizmatik, en çekici kadın oyuncunun ölümü üzerine düşünülmüş komplo teorilerine odaklanmayı hedefleyen ve sonuçta bunlara yeni bir gerçek bulgu ekleyemeyen bir belgesel. Belgesel çıkış noktası olarak 1982 yılında San Fransisco savcılığı tarafından yeniden açılan ölümünü araştırma dosyasının izinden 3 yıla yakın süren araştırmacı bir gazetecilik çalışmasının iç yüzünü gösteriyor. İki, üç haftalık bir sürede bitirebileceği bir araştırma beklentisiyle işe başlayan İngiliz gazeteci Anthony Summers’ın bir detektif titizliğinde sürdürdüğü ve kasetlere kaydettiği konuşmalardan kaynak alıyor. Çalışma sonuçta 3 yılına mal oluyor ve detaylı bir kitaba dönüşüyor: “Goddess: The Secret Lives of Marilyn Monroe”. Bu kayıtları ve kitabı kaynak olarak ele alan yönetmen Emma Cooper ilgi çekici olmasına karşın bilinenlere fazladan bilgi katmayan bir belgesele dönüştürmüş. Başkan John F. Kennedy ve Adalet bakanı kardeşi Robert F. Kennedy ile aynı zamanlarda yaşadığı kaçamak aşk ilişkilerinin Monroe’nun 5 Ağustos 1962 yılındaki intiharıyla olan ilişkisine odaklanan anlatım yıldız oyuncunun kırılgan karakterine yaşamı boyu süren sevgi arayışına ve dağılmış çocukluk yaşamına da şöyle bir göz atıyor. Parlak, karşısındakileri anında etkisi altına alan samimi bir ışığa sahip güzelliği onun hem şansı ve hem de şanssızlığı olmuş. MM hayatı boyunca ne yazık ki birçok hayranı ve sinema endüstrisinin ileri gelenleri için iki boyutlu bir kimlik olmuş. Seksi ve ışık saçan görüntüsünün altında yatan akıllı, kendisini geliştirmeye aç, entelektüel eğilimleri hep es geçilmiş. Seksi görüntüsü, uçuşan etekleri herkesi etkileyen gülüşüyle, hayalleri süsleyen bir resim karesi olarak sunulmaya çalışılmış ve sunulmuş. Yaptığı mutsuz evlilikleri dedikodu basınının en büyük baş haberi olmuş. Her gün ondan yeni bir dedikodu haberi beklenmiş. İç dünyasını açabileceği onu anlayabileceğine inandığı Henry Miller ile yaptığı evlilik bile hüsranla sonuçlanır. Miller’da erkek egosunun yüzeysel tepkilerini gösterir: küçük kağıt parçalarına yazdığı kıskançlık dolu kelimelerle aşağılar onu…   Yıldız olmanın baş döndürücü ritmi ve hayat hakkında derin düşünmek gibi tezat yaşam şekilleri onu hep ikilemlere itmiş. Başa çıkamadığı bölünmüşlükler sonucunda anti depresan, uyku haplarına ve yoğun içki tüketimine başlamış. Gayrı meşru bir çocuk olarak hayata gelmek, annesinin gördüğü akıl hastalığı tedavileri, üvey babasının tacizleri daha çocuk yaşta unutamayacağı travmalara yol açmış ruhunda. Çocukken görmediği sevgi ve güven duygusunu aramış durmuş yaşamı boyunca. Tüm zorluklara, hayal kırıklıklarına karşı durmuş… Yılmamış. Onun güzelliğini kullanmak için karşısına dikilen erkek hakimiyetleri olmuş. Sevgi ve baba arayışı onu hep güçlü erkeklerden hoşlanmasına neden olmuş. Sığınma duygusu haliyle hep sömürülmüş. Belgesel MM’nun hayatında rol oynamış yakın durmuş kişilerin ses kayıtlarına önemli bir yer ayırıyor. İnandırıcılığı arttıran bu beyanlar bilinen gerçekler ilk ağızdan katkılar yapıyor. Ölümü üzerindeki spekülasyonlar ise Kennedy’lerle ilgili kanıtların ölümünden hemen sonra istihbarat teşkilatları tarafından temizlenmesiyle, bazı ilgililerin konuşmak istememesiyle yine spekülasyon olarak kalıyor. Kaset kayıtlarını yapan Summers ilginç bir şekilde bir detektif tonunda seslendirmeleri yapıyor ve belgesele gizemli bir hava katıyor. Bence belgeselin en önemli noktası yine de Hollywood’un altın yıllarındaki parlak yaşamların ardındaki yalnızlık, iki yüzlülük ve patron sömürüsünün MM’nun da hayatında ne kadar belirgin olduğunu göstermesi. İntihar ettiği odadaki yalnızlığı belgeleyen eşyasızlık, sakillik yıldız parlaklığının ardındaki depresyonu mükemmel belgeliyor. Hele gazetelerin yıldızın cesedinin çırılçıplak olduğunu özellikle belirtmesi sözün bittiği bir yer. Cesetten bile bir fantezi yaratma arsızlığı…