2021 yılının en iyileri

1.Körkütük-Druk-Thomas Vinterberg Dogma akımının önde gelen isimlerinden olan Vinterberg, kariyerinin son yıllarında yine Mads Mikkelsen’in baş karakterde parladığı “Onur Savaşı” dışında uluslararası başarıya imza atamadı. “Körkütük-Druk” belki de seyircisiyle bu denli samimi bağ kurduğu ilk filmi. Burada filmin fikir babası Kierkagaard’ın sözlerinden birisi daha devreye giriyor : “cüret etmek bir anlığına ayağının  yerden kesilmesidir, cüret etmemekse, kişiliğini kaybetmektir.” Burada baş karakteri Martin gibi Vinterberg benliğinde yaptığı promil artışıyla kendini daha iyi hissediyor ve filmografisinin ayakları en havada filmine imza atıyor. Karanlık bir yılın en umut verici filmi oldu. 2.Baba-The Father- Florian Zeller Bellek labirenti içinde, yolunu kaybetmiş yaşlı adam için acıma duygusu asla ortaya çıkarmayan bir film. Onun çabası, mücadelesi bitmiyor. Karanlık içinde ışığı yakmaya çalışıyor. Kızında ise sevginin, kendisini adamanın yetersiz kaldığını, bir yerde çaresizliğin son durak olduğunu anlıyoruz. Seyrederken seyirciyi zorlayan sonrasında düşüncelerinden çıkmayan bir film “Baba”. Son yılların en özgün filmlerinden.   3.The Power of the Dog-Jane Campion “The Power Of The Dog”, tek cümleyle toksik erkeklik üzerine modern bir western anlatısı. Western dünyasının tüm erkek klişelerini ters yüz eden sıra dışı film, Benedict Cumberbatch’in muhteşem performansıyla daha da anlam kazanıyor.     4.Annette- Leos Carax Sinema dünyasının nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden olan Fransız Léos Carax, özgün sinemasını bu kez müzikal türünde filmle deneyimliyor. Carax filmlerini çözümlemek zordur. Zihnin içindekileri metaforik göndermeler, semboller aracılığıyla yaparken, seyircisini bunları çözümlemeye davet eder. Orta akım seyircinin beklentilerini elinin tersiyle iter. 40 yıllık kariyerine sadece 6 uzun metraj sığdırdı. Bir Carax filmi müzikal türünün sınırları içinde nasıl gözükür sorusuna cevabı “Annette” ile veriyor. Karanlık, gotik, gerçeküstü çok katmanlı, talepkar, ironik bir rock operet. 5.Dünyanın En Kötü İnsanı-The Worst Person In The World-Joachim Trier “Dünyanın En Kötü İnsanı” otuzlu yaşlarda, yaşamında istek ve arzuları arasına sıkışmış Julia karakteri üzerinden, özgürce kendini keşfetmeye çalışan genç bir kadını tanıtıyor. Cerrah olmak isterken fotoğrafçılığı seçen, sonunda bir kitapçıda sorunsuz çalışan olmayı tercih eden genç bir kadın. Özel hayatındaki kararsız tercihler de kesintisiz devam eder. Kendisinden yaşça büyük Aksel (Anders Danielsen Lie) ile yaşadığı ilişkiden çıkıp, bir partide tanıştığı Eilin (Herbert Nordrum) ile yeni bir aşka yelken açar. İlişkilerinin beklenen mutlu sonlarından kaçan, arayışlarını düşe kalka sürdüren Julie’nin (Renate Reinsve) özgürleşmesi zaman alır. 6.Fransız Postası-The French Dispatch-Wes Anderson Wes Anderson filmlerinde kurduğu öznel dünyası, öyle herkesi içine almaya uygun değildir. Seyirciyi hızlı kurgusu göz açıp kapayıncaya değişen setleriyle şaşırtmayı sever. “Fransız Postası” bu beklentileri boşa çıkarmıyor. Yönetmen özel bir sevgi beslediği Fransa’ya, hayali bir kasabaya taşıdığı bir gazetenin öyküsünde gerçekte The New Yorker’ı anlatıyor. 7.Titane-Julia Ducournau “Titane” sinema için farklı bir deneyim ortaya koyuyor. Bilinç altının köşelerinde bir yere sıkışmış ancak kabuslarda olabilecek bir yaşam formunu görselleştiriyor. Böylesine ekstrem beden deformasyonunu, akışkan cinselliği düşünmek ve üstüne sinema diline uyarlamak, hem zor hem de cesaret isteyen bir iş. Makine ve insan bedeni eşleşmesini anlaşılır kılmak, zorluk derecesi yüksek bir yazım ve yönetmenlik deneyimi. Kadın yönetmen Julia Ducournau bu zor işin altından başarıyla kalkmış gibi..
  1. The Hand of the God- Paolo Sorrentino
Federico Fellini’nin sinema dünyasında bıraktığı derin izlerden yürüyen, onu hafızalarımıza geri çağıran yeni yönetmenlerin başında Paolo Sorrentino gelir. Onun gibi Akdeniz kanı taşıyan Sorrentino,  “Tanrı’nın Eli” ile ustasına sağlam bir selam çakıyor. Fellini başyapıtlarından (hangisi değil ki) “Amarcord” ile çocukluk anılarına geri dönmüştü, bu kez Sorrentino kendi anılarını temize çekiyor. Anlattıklarından ne kadarı kendi gerçek yaşamından bilemeyiz, kesin olan gençliğinin geçtiği apartmanda ve sokaklarda filmini çektiği. Napoli tarihinin en önemli olaylarından olan Diego Maradona’nın kendisine talip onca büyük kulübü ret edip, bu fakir kentin takımını seçmesini arka planda özenle, onu adeta kutsayarak işliyor.
  1. Karanlık Kız-the Lost Daughter-Maggie Glyheenhall
İtalyan yazar Elena Ferrante’nin aynı adlı romanından, senaryosunu da yazarak uyarlayan Maggie Gyllenhaal, ilk yönetmenlik çalışmasında gayet olgun bir film ortaya koyuyor. Lena’nın içinde kopan fırtınaları anlatmakta iki yol seçmiş. Onun gözünden, aklından bakıyoruz çevreye ve onun ruhsal değişimlerine yakın plandan tanık oluyoruz. Görüntü yönetmeni Helene Louvart, yakın plan çekimlerde etkileyici anlar yakalıyor.  Bugünü ve geçmiş için paletinden farklı renkler kullanıyor. Sonuçta onun tekil dünyasına giriyoruz ve onun hissettikleri üzerine aktif kalıyoruz, anlamaya çalışıyoruz.   10.Son Düello-The Last Duel-Ridley Scott “Son Düello” orta çağ tarihinin kan, kılıç ve kör inançla yazıldığı günlerinden bir öykü anlatıyor. Kadının sadece üreme ve zevk için kullanıldığı bir dünya düzeni hakim. İzlerken bugünkü dünyada kadına eril bakış açısının ne yazık ki çok fazla değişmediği gerçeğine bir kez daha tanık oluyoruz. 83 yaşına gelmiş usta yönetmen Ridley Scott, bu konuyu işlediği dönem filmiyle, kariyerinin en olgun işlerinden birisine imza atmış. Scott yaş bariyerlerini yok sayan bir sinema adamı, kariyerinin 56. filminde hala muazzam dinamik, alt metinleri yansıtması işlevsel ve modern.