Kanallar ve bisikletler ülkesi

Pandemiden dolayı iki yıl geciktirdiğimiz birkaç günlük Kuzey Avrupa turu için hafta başında dümenimizi Brüksel’e kırdık. Rota tam tamına Brüksel-Amsterdam-Rotterdam-Brugge-Brüksel.

Sabah Sabiha Gökçen’den yola çıkıp 3,5 saatlik bir uçuşla Brüksel Charleroi Havaalanı’na iniyoruz. Bu geziyle ilgili deneyimlerimi kişisel blogumda paylaşmayı düşündüm; ancak interneti şöyle bir taradığımda yeterince beyaz ekmek olduğunu fark edip vazgeçtim.

Gezi nasıl geçti, hangi yollardan gittim, nasıl bir deneyimdi, bunları bir yana bırakıp gözlemlerimi paylaşmak istiyorum sadece.

Öncelikle Charleroi küçük bir hava alanı, temiz değil, ağır bir kir kokusu karşıladı bizi. Brüksel şehir merkezine biraz uzak; ama pratik bir yolu var: 20 dakikada bir kalkan otobüs, hemen hava alanı çıkışında.

Brüksel’deyiz şimdi; bir tren istasyonundan diğerine hafif yağmur altında kısa bir yürüyüş. İlk gözlem: Demir ağlar… Atamızın da ülkemiz için planladığı, sağlığında başlatıp, baştanbaşa tüm yurdu örmek istediği demiryolu ulaşımı. Kara yolu yok gibi, otobüs terminali de yok zaten, şehir içi otobüs duraklarına eklemlenmiş bir durak sadece şehirlerarası otobüslerin peronu.

Brüksel’den Amsterdam’a geçiyoruz. Vakit akşam oldu. Otelimize gitmek için metrodan yararlanıyoruz. Otelimiz de istasyona yakın, ne güzel; teşekkürler bu gezinin planlamasında bana yardımcı olan minik devim, küçük kızım Özge. Dışarısı buz. Bir şeyler atıştırıp dinlenmeye geçiyoruz, sabah erkenden Amsterdam’ı adımlayacağız.

VENEDİK'İ ARATMAYAN KANALLAR

Sabah kalkıyoruz. O da ne? Gece kar yağmış. Of off… Soğuk bir gün bekliyor bizi. Şehri dolaşmaya başlıyoruz. Venedik’i aratmayan kanallar her yerde… İrili ufaklı kanallar, köprüler. Öğreniyoruz ki çok önceden bu kanallar ticari amaçla, deniz yolu ulaşımı hedeflenerek yapılmış, yani doğal değil, yapay çoğu. Üç tarafı denizlerle çevrilmiş yurdumdaki deniz yolu ulaşımı eksikliğini fark ediveriyoruz hemen.

Amsterdam’da Kanallar, Begijnhof, Dam Meydanı, içinde Van Gogh müzesinin de bulunduğu müze bölgesi vb. ziyaretlerimizi yapıyoruz; dönüş yolumuzun üzerindeki harika park da bonusu oluyor. Parkın içine doğal kanallarla sarmaş dolaş hobi evleri, bahçeler… Şimdi koşturmaca ikinci durağımız için; yetişiyoruz kan ter içinde.

İki saatte Rotterdam’dayız. Görkemli bir gar karşımızda. Demiryolu ve kanallar gözlemimize burada bisikleti de katıyoruz. Elbet önceki şehirlerde de vardı bisiklet; ama burada çok fazla. Gözümüzün içine içine sokuyorlar bisikletleri sanki. Bisiklet kullanan çocuklar, kadınlar, erkekler, yaşlılar, bisiklet yolları, parkları (hatta çift katlı bisiklet parkları); yaya olarak çok dikkat ediyoruz bizlere ayrılmış yolları takip ederken. Araç yolları, bisiklet yolları, yaya yolları, bizdeki gibi göstermelik değil, fiili kullanılıyor; yani herkes kendi yoluna. Ee adamların başbakanı bile işine bisikletle gidiyormuş burada. Bizim doğulu kültürümüz ne der buna? Tü senin itibarına!

Rotterdam’da, Merkez İstasyonu (gar), Dijkzigt, Museumpark, Euromast Kulesi, Erasmus Köprüsü (öğrenci değişim programının isim babası Erasmus buralı; kişilik olarak kendime yakın bulmuşumdur), Küp Evler, Pazar Alanı, dirençli ayaklarımız, meraklı gözlerimizin yardımıyla öğrenmeye açık belleğimizin süzgecinden geçti. Dileriz kalıcı belleğe de aktarılır.

Akşam otelimizdeyiz. Çok yorulduk çok… Çok soğuk çok… Güzel bir uyku, tek ihtiyacımız bu. Yarın aktif dinlenme… Sabah yine kar, otelde biraz daha oyalanıyoruz ve ardından şirin bir parkı geçerek bir sonraki durağımız için yola koyuluyoruz.

SOĞUK, YAĞMUR, DOLU, KAR

Akşam vakti Brugge’teyiz. Bir sonraki günü geziye ayırmak üzere aktif dinlenmeye devam.

Sabah erkenden kalkıp valizlerimizi otelin emanetine bırakarak turlamaya başlıyoruz bu sevimli şehri. Otelden aldığımız şehir haritası işimizi kolaylaştırıyor. Ama soğuk, rüzgar, yağmur, dolu, kar… Yaşamadığımız doğa olayı kalmıyor. Yıldırmıyor bu bizi, zevkle turluyoruz güzellikleri: Tipik bir Ortaçağ kasabası. Burada da kanallar ve köprüler… Çan Kulesi başta olmak üzere, Burg Meydanı, Begijnhof, Grote Mark, Out Sint-Jan, Sint-Salvators Katedrali, Bira Müzesi vb. ziyaret ettiğimiz yerler arasında.

Akşam Türkiye’ye dönüş şehrimiz Brüksel’e hareket. Ama o da ne! Otelimize yaya gitmek zorundayız: Metroda grev var. Güzelce dinleniyoruz, biraz üşütmüşüm. Sabah iyi ki grev bitmiş; metroyla aktarma yapacağımız istasyon, buradan geldiğimiz havaalanı ve çabucak geçen bir uçuşla akşamüzeri Türkiye. (uçakta, soğuk algınlığından ve yorgunluktan gözlerimi açamadım)

Bir gözlem de gezinin bütününden: Alış-veriş tamamen dijitalleşmiş, çoğu yer nakit kabul etmiyor (WC’ler hariç). Yani demem o ki yanınıza nakit almadan temassız bir kartla çok rahat gezilebilir.

Aklımızda deprem; yaşanılanlarla, acılarla, hüzünlü bir gezi. Biletlerimizi çok önceden almasak, göndermezdi vicdanımız bizi.

Yeni telefonum mu çok gözüme soktu, bilmem: Yaşlanıyoruz… Bu gezide bir kez daha anladım: Ars longa, vita brevis.

----

Ne zaman adam oluruz…

Yakışırken giymeyi, öğütürken yemeyi, ayaklar taşırken gezmeyi öğrendiğimiz zaman.

--------------

13.03.2023

Namık Budak

[email protected]